Vişne reçeli nasıl yapılır

Demlediğim ıhlamurun kokusu tüm mutfağı sarmıştı. Yine kaynayana kadar ocağın başında beklemiştim. Eskilerden üstüme sinen bir alışkanlıktan ibaret aslında. Ardımda ıhlamur bırakamıyorum. Bardaklar da makineye hep aynı anda girmeyi başarıyor..

Vişne reçeli nasıl yapılır
Yayınlanma: Güncelleme:

Demlediğim ıhlamurun kokusu tüm mutfağı sarmıştı. Yine kaynayana kadar ocağın başında beklemiştim. Eskilerden üstüme sinen bir alışkanlıktan ibaret aslında. Ardımda ıhlamur bırakamıyorum. Bardaklar da makineye hep aynı anda girmeyi başarıyor bizim evde. Aysima’nın zürafalı kupasıyla devam ediyorum geceye. Kütüphanemin önündeki kırmızı koltuğumla buluşma saatlerimiz. Aysima’yı uyuttuktan az sonrası..

Ihlamuru zaman zaman bastıran keskin, vanilya kokulu mumlar yakıyordum. Yarı açık pencereden bu gece bana eşlik edecek ince tınılı rüzgar ile tuğla döşemesi kadar kalın kitaplarımın satırları, altlarını çizmem için beni bekliyordu, kırmızı koltuğumun baş ucunda. Fakat gözüme ince karton kapaklı, sert ve bir o kadar savunmasız hali ile Ah’lar Ağacı* çarptı. Belki de ben ona çarpmak istedim. Ah… dedim sonra. Ah! İç ses diye söylendim. O bana daha çok söylendi. Yıllar önce bu kitabı hayatımın uzak köşelerine ittiğimi hatırlıyorum. Fakat nedeni niçini aklımda yer tutmamış. Düşünüyorum. Ihlamurdan alıyorum bir yudum ve zürafalı kupada. Kitabın içindeki kabartı kendini daha da belli ediyor bu sırada. Sayfayı çeviriyorum. Yaldızlı çokomel kağıtları uçuşuyor birden. ‘ Ah’ diyorum, ben bu hikayeyi biliyorum. Susuyorum da biraz. *Hayattan söz edilirdi çünkü. Ardından zor denirdi. Ve susulurdu mutlaka.* Ondan biliyorum. Bu gördüğüm CD ise belli ki epey zaman, başına iş gelmeden kitabın arasında kalabilmiş. İzlemek şart oldu. Bilgisayarı kuruyorum o sıra.

Ben küçüktüm, ablam Almanya’dan bir kamera getirmişti. Herkes de bir merak. Ee tabi canım ilk defa kamera görüyoruz. Hatta görmekle kalmıyor elimize alıyor, ne için olduğunu bilmediğimiz tuşlarına bile basabiliyoruz, daha ne olsun? Değmeyin keyfimize. O zamanlar hepimiz ve hatta tüm misafirlerimiz çok memnundu bu kameranın varlığından. Olur olmadık zamanlarda kamerayı açar sırayla divanda oturanların taa suratını içine kadar uzatırdık ucunu. İnsanlara da bir ayrı hal gelir; kamerayı görenin konuşması kesilir, kimi yüzünü iyice örter kendini daha kıymetli gösterir, kimi de kasım kasım kasılır ; kibar olmak uğruna ne yapacağını şaşırırdı. Öyle komikti ki herkes kamerada görünmek ister ama kamera çıkınca tüm eve bir sessizlik çöker, neredeyse çıt çıkmazdı. Az sonra çeken kişi – ki genelde büyük ablam olur- başardığı işin doğal edasını daha da göze sokmak için ‘hadi bir şeyler söyleyin, niye susuyorsunuz’ diye insanları hareketlendirmeye çalışırdı. Ne söyleyecek koskoca insanlar, bir Allah’ın selamı.. yerine ulaşıp ulaşmaması da pek umurlarında değil tabi. Maksat kayda girecek laf söylemek olsun. Asıl komedi tam o noktada başlardı. Hatice hala üçüncü kuşaktan ölmüş dedesinin ruhuna kadar selam söylerdi. Seni kim duyacak be kadın. Bir de kameranın şarjı bitiyor üstüne. Ne geri sarması var ne silip atması. Baksana o kayıt taa bu günlere geldi. Hatice halanın kendi oldu üçüncü kuşak. Ben hala bilmem kime söylediği selamı izliyorum. Hayır bir şey değil de, Allah’ın selamı bu üstümde kalacak. Ah işte eskiler diyorum sonra, esnemeyen, şaşırtmayan ve fazla gülersen pek de iyi anılmayacağın doğruları ile koskoca bir nesil. Şaka bir yana alışılmış her simaya olduğu gibi onlara da özlem duyuyorum zaman içinde. Hepsinin ruhuna Fatiha okuyorum. Ablam aynı selamları dinlemekten sıkılmış olacak ki, kamerayı bana çeviriyor. Ne selamlar, ne de suratları çok gizli kadınlar umurumda değil gibi. Soba kenarında, ufacık bir köşede çokomel yiyorum o sırada ben. Kimse istemesin diye hepsini ağzıma doldurmuşum, dilimle çeviremiyorum ve hatta. Ya çokomelin yaldızlı kağıtları.. Hepsi kucağımda birikmiş. Ara ara onları düzeltiyorum tırnaklarımla. O yıllarda çokomel yiyebilmenin keyfi diye bir şey var bizim dünyalarımızda. Şimdi Aysima’ya koca bir paket alsam, içinden bir tanesine yeltenir mi emin olamıyorum. Eskilerden gelen bir gülümseme oturuyor yüzüme.Unutmuşum tadını.

Ihlamurum bitmiş. Zürafalı kupamı doldurmak için kalkıyorum. Kayıt da tam o sırada başka bir güne geçiyor galiba önceki kaydın üstüne çekmişiz. Kameraman ablam değil ama her kimse ablamdan habersiz çekiyor, sesindeki yakalanma korkusundan belli. Yerde bir sofra bezi, üstünde de yoğurt kovasına doldurulmuş vişneler görüyorum, sürekli kayan kameranın önündeler. Zihnim hareketleniyor birden. İki büklüm kaldım. Ihlamuru dolduramadım, yerime de oturamadım. Annemin sesini duyuyorum. Herkes gidiyor, dünyada bir ben kalıyorum bir de annemin sesi.

Bütün özlemler bir memlekete taşınsaydı, o anın toprağında ben yeşerirdim şüphesiz. ‘ Nergis!’ ‘Nergis!!’ ‘ Vişnelere basacaksın, az öteden çek bari kızım.’ Hatırlıyorum. Bahçedeki vişneleri annemle ben toplamıştım o gün. Annem reçel yapacaktı. Bağdaş kurmuş vişnelerin çekirdeğini çıkarıyordu. Simsiyah saçları, yarı bağlama yazması var başında. Güneşin tüm vurgunlarına rağmen, bembeyaz benim annem. Pamuk gibi. Kulaklarında altın küpeleri de var, uçları omzuna varmadan bitenler hani. Hiç çıkarmaz. Annem. Kalbimin gül kesiği. Sarı sıcakların kırkikindi yağmuru. Ekmek kırıntısındaki bereketin, dizimin yarasındaki tatlı acının adı benim annem.

*İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç/ Annem sevinmişti hatırlarım/ Ah demişti/ Ah!/ Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona/ Annem çok sevinmelerin kadınıydı/ Bazen sevinince annem gibi/ Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına/ Annem çok sevinmelerin kadınıydı/ Sıcak yemeklerin/ Başına diktikleri o taş/ Ne zaman dokunsam soğuktur oysa/ Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz/ İç ses!/ Bu bahsi kapa!*

Yapamıyorum. Biliyorsun ama. Ben o sofra bezinde, zor bela çalıştırdığım kamera elimde, içi vişne kırmızısı yoğurt kovalarından kopamıyorum. Vişne reçeli nasıl yapılır? Tarifini bile soramıyorum.

An geliyor, ben o gündüzlerden rastgele karanlık gecelere yol alıyorum. Gecenin serinliği, yapraklar kuruturken; ruhumda kainatın derin sessizliğini taşıyarak, sabaha doğru yürüyüp fecri başlatıyorum. Yüzlerce beyaz taşın içinde seni arıyorum. Bembeyazsın biliyorum. Güneşin tüm vurgunlarına rağmen. Zamanın yağında kavrulan, dilini bilmediğim acılarla tanışıyorum. Ölüm ile selamlaşıyorum. Allah’ın selamı üstüme kalıyor. Kaderin ağırlığı altında ezilen otlara, yerdeki yaban eriklerine, sedirin köşesindeki çıkıntıya geçirilmiş tespihe, yasa batmış çiçeklere bakıyorum. Her şey ölümün soğukluğuyla kaplanmış gibi kıpırtısız, sade ve durgun. Keşke yazgını da yaldızlı çokomel kağıtları gibi, tırnaklarımla düzeltebilseydim ‘i düşünüyorum. Bir nefeste mesela, hafif rüzgarda ya da incinmiş sayfaları çevirince savrulan anılarda dağılsaydılar. Kıpırtısız durmak yerine, darmadağınık olsaydılar. Kalbim gibi. Annem ve annesizliğim gibi.

Ah benim nergis kokulu cehaletim. Bir kitabın yaprağında, nasıl da döküldün ulu orta. Bu kadarı yetti, kendime ıhlamur almak için kalktım. Mutfaktan dönerken Aysima üstünü açmış mı ona baktım. Canım annem sana da bir sevinçlik menevişli kuş yolladım.  Dünyanın en uzun hüznü yağdı öksüzlüğümün üstüne, rastgele karanlık bir gecede. Duy beni anne ve dinle. Vişne reçeli nasıl yapılır? Tarifini soruyorum artık. Sofra başında, yoğurt kovasına çekirdekler çıkartıyorum. Ve fakat Aysima: ‘Marketten alalım anne altı üstü bir reçel(!)’ diyor. Altı üstünden farklı, bilsem de; ben zaten bilmiyorum ki vişne reçeli nasıl yapılıyor. Ama tarifini soruyorum artık.

// Bir alıntı tavsiyesidir. Didem Madak’tan  “Ah’lar Ağacı” şiir kitabı.

 

 

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.